Chega'nın feshedilmesi girişimine liberal bir eleştiri.

Ekim 2025'te avukat António Garcia Pereira, Portekiz Cumhuriyeti Anayasası'nın 46. maddesinin 4. fıkrası uyarınca Chega'nın kapatılmasını talep ederek Cumhuriyet Savcılığı'na şikayette bulundu. Pereira, partinin nefret söylemi ve insan onuruna aykırı ideolojileri teşvik ederek anayasal düzenin temel ilkelerini ihlal ettiğini ileri sürdü.
Bu dava hukuki olmaktan çok semboliktir: Bizi, kendisini demokratik ve çoğulcu ilan eden, ancak aynı zamanda belirli ideolojik örgütlenme biçimlerini yasaklayan bir sistemin siyasi özgürlüğünün sınırlarını ve iç tutarlılığını yeniden düşünmeye zorluyor. Siyasi özgürlük, dedikleri gibi, demokrasinin temel taşlarından biriyse, devlet hangi ideallerin kabul edilebilir olduğuna ne ölçüde karar verebilir?
Anayasa, temel hak ve özgürlükleri geniş bir şekilde güvence altına alsa da, bunların çoğu Anayasa'da açıkça belirtilen sınırlamalara veya Anayasa Mahkemesi'nin kısıtlayıcı yorumlarına tabidir. Söz konusu davada, ikinci kategoriye giren bir sınırlamayla karşı karşıyayız.
Özellikle, 46. maddede tanınan örgütlenme özgürlüğü, "Silahlı örgütlenmelere, askeri, militarize veya paramiliter türdeki örgütlenmelere, ırkçı örgütlere veya faşist ideolojiyi benimseyen örgütlere izin verilmez" ifadesinin yer aldığı 4. paragrafla sınırlandırılmıştır. Bu kuralın açık bir tarihsel kökeni vardır: Estado Novo (Yeni Devlet) rejiminin travması ve otoriterliğe olası bir geri dönüş korkusu.
Ancak bu istisna bir paradoksu ortaya koyuyor: Anayasa, özgürlüğü korumak için özgürlüğün kendisinin kısıtlanmasını kabul ediyor. Böylece demokrasi, yalnızca şiddet eylemlerine karşı değil, aynı zamanda fikirlere karşı da önleyici bir savunma rejimi haline geliyor. Karl Popper'ın "hoşgörü paradoksu" dediği şey de budur: Açık bir toplumu korumak için hoşgörüsüzlere hoşgörü göstermeme ihtiyacı.
Peki devletin, vatandaşların siyasi olarak neyi savunup neyi savunamayacağına karar veren bu paternalist rolü üstlenmesi ne ölçüde meşrudur?
Siyaset bilimi açısından bakıldığında, Chega kesinlikle faşist bir parti olarak sınıflandırılamaz. Tarihsel faşizm –devrimci totaliter bir hareket olarak– çoğulculuğun ortadan kaldırılmasını, devletin "korporatizasyonunu", şiddet kültünü ve "temsili demokrasi"nin reddini varsayıyordu.
Chega ise, parlamenter sistem içinde, hukukun üstünlüğü sınırları içinde faaliyet gösteren ve ideolojisi gerçek anlamda totaliter olmaktan ziyade ahlakçı ve güvenlik odaklı olan sağcı milliyetçi bir siyasi partidir. Göç, azınlıklar veya suç konusundaki görüşleri tartışmalı ve hatta demagojik olabilir, ancak demokrasiyi yok etmeyi amaçlayan bir projeyi temsil etmez.
Dolayısıyla varlığını yasaklamak kavramsal ve politik bir hata olacaktır: Sistemin radikal eleştirisini, onu devirme girişimiyle karıştıracaktır. Liberal gelenekte bu durum yasaklarla değil, argümanlarla mücadele edilmelidir.
Klasik liberalizm, ifade özgürlüğünün başkalarına fiili zarar verdiğinde sınırlandırılması gerektiği fikrine dayanır. Sadece fikirleri veya sözleri cezalandırmak, gerçek anlamda özgür bir devletle bağdaşmaz.
Günümüzde "nefret suçları"nın yaygınlaşması, ceza hukukunda ahlaki bir yönelimi yansıtıyor: sembolik suçları kamusal suçlara dönüştüren bir "duygusal ceza hukuku". Liberal bir devlet, vatandaşları rencide olmaktan korumak için değil, canlarını ve mallarını gerçek zararlardan korumak için vardır.
Dolayısıyla, bir taraf kışkırtıcı söylemlerde bulunsa bile, cezanın meşru sınırı niyet değil, eylem olmalıdır. Sözleri cezalandırmak, düşünceleri cezalandırmanın ilk adımıdır.
İlginçtir ki, Anayasa faşist örgütleri yasaklarken, komünist örgütleri yasaklamamaktadır; oysa tarihsel deneyimler her iki hareketin de totaliter rejimlere yol açtığını göstermektedir. Milyonlarca ölümden ve hak ve özgürlüklerin bastırılmasından sorumlu bir ideolojinin mirasçısı olduğunu iddia eden Portekiz Komünist Partisi, Portekiz siyasi sisteminde tamamen meşru bir güçtür.
Çağdaş "liberal demokrasi" kendini bir özgürlük, çoğulculuk ve ideolojik tarafsızlık rejimi olarak sunar. Ancak uygulamalarına baktığımızda, bu tarafsızlığın çoğu zaman yalnızca görünürde olduğunu fark ederiz.
Carl Schmitt'in de belirttiği gibi, her siyasi düzen dost ve düşman arasında temel bir ayrım üzerine kuruludur. Demokrasi, evrensel ve kapsayıcı olma yolundaki görünür çabasının sonunda kendi iç düşmanlarını, yani "değerlerini paylaşmayanları" yaratır. Paradoksal bir şekilde, "liberal demokrasi" özgürlüğü, onu farklı yorumlayanları dışlayarak savunur.
Düşünce özgürlüğünü savunan devlet, hangi düşüncelerin kabul edilebilir olduğunu da belirleyen devlettir. Böylece kurumsallaşmış faşizm, bir tür resmi dogmaya, yani belirli siyasi inançların kutsal, bazılarının ise sapkın kabul edildiği modern bir dine dönüşür.
Bu eğilim yalnızca Portekiz'e özgü değil. Avrupa genelinde yasal ve kültürel anti-faşizm, kabul edilebilir olanın sınırlarını belirlemek ve muhalefeti susturmak için kullanılan bir ahlaki uyum aracı haline geldi. Sonuç, giderek daha ahlakçı, daha az rasyonel ve hoşgörü adına daha hoşgörüsüz bir demokrasi oldu.
Daha önce de belirttiğim gibi, Karl Popper, hoşgörülü bir toplumun hoşgörüsüz insanlara tahammül edemeyeceğini, aksi takdirde kendilerini yok edeceklerini savunmuştur. Bu tez, aşırılıkçı hareketlerin yasaklanmasını meşrulaştırmak için sıklıkla öne sürülür.
Fakat bir sorun var: Kimin "hoşgörüsüz" olduğunu kim tanımlıyor? Siyasi iktidar bu kriteri elinde tutarsa, herhangi bir radikal muhalefetin "anti-demokratik" olarak yaftalanabileceği ahlaki mutlakçılığa giden yol açılır.
Totaliter rejimleri inceleyen Hannah Arendt, tehlikenin yalnızca ideolojide değil, aynı zamanda ahlak ve siyasetin iç içe geçmesinde de yattığını göstermiştir; yani Devlet, ortak iyilik adına sapkın düşünceleri cezalandırmaya başladığında. Bu bağlamda, Avrupa anti-faşist anayasacılığı, kötülüğü önlemeye çalışırken, kötülüğün mekanizmalarını yeniden üretme riskiyle karşı karşıyadır: sansür, gözetim ve fikirlerin cezalandırılması.
Eğer gerçekten siyasi özgürlüğe inanıyorsak, o zaman birisinin anti-demokratik olma hakkını kabul etmeliyiz; yeter ki şiddete başvurmasınlar.
Hatayı dışlayan özgürlük, sahte bir özgürlüktür. Hatanın reddedilmesine tahammül etmeyen demokrasi ise özünde bir nezaket tiranlığıdır.
Gerçekten liberal bir devlette, aşırı fikirlere karşı mücadele yargısal fesih yoluyla değil, tartışmalar yoluyla yürütülür. Siyasi rakibi yenmesi gereken mahkeme değil, tartışmadır.
Chega'yı (veya herhangi bir başka partiyi) ahlaki kriterlere dayanarak feshetmek demokrasi için bir zafer olacaktır; demokrasi kazanacaktır, ancak ruhu kaybolacaktır.
Chega'nın feshedilmesi talebi yalnızca hukuki bir olayı değil, modern demokrasinin derin bir ikilemini de yansıtıyor.
Portekiz Anayasası, faşist ideolojileri yasaklayıp komünist ideolojilere izin vererek, devlet tarafsızlığının faydalı bir kurgu olduğunu gösteriyor. Nefret söylemini fiili bir zarar vermeden cezalandırarak, özgürlüğü koşullu bir ayrıcalığa dönüştürme riskini taşıyor.
Geçmişin korkusundan doğan Portekiz liberal demokrasisi hâlâ o travmanın gölgesinde yaşıyor; kendini o kadar koruyor ki nefes almayı unutuyor.
Belki de demokratik olgunluğun asıl sınavı, eleştirmenlerinin bile var olmasına izin vermektir. Çünkü Mill'in de hatırlattığı gibi, "hakikat, bazılarının başkaları adına sessiz kalmasından değil, fikirlerin çatışmasından doğar."
observador



