İsmail Fatih Ceylan yazdı: Erbakan’ın üç şeyhi

İTÜ’de okuyan bazı gençler, 1944 yılında Beyazıt Camii’nde ve dergâhlarda yapılan sohbetlere katılıyorlardı. Bu sohbetlere gidenler arasında Necmettin Erbakan da vardı. Zaten babası sağlığında onu dergâhlara götürdüğü için, tarikat terbiyesiyle büyümüştü. O yüzden sohbetlere severek gidiyor, Beyazıt Camii’ndeki yaşlıca, mütebessim çehreli ve tane tane konuşan Gümüşhanevî şeyhi Serezli Abdullah Hasip Yardımcı’nın hadis derslerini kaçırmıyordu. Hasip Efendi’nin derslerine gelenler arasında Nurettin Topçu gibi düşünce adamları da vardı.
Hasip Efendi, hilafet icazetlerini şeyhi Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’den almıştı. Mustafa Feyzi Efendi’nin icazet aldığı kişi ise, 118 halife yetiştiren Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî’ydi. Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin vefatından sonra en büyük dört halifesi sırasıyla Hasan Hilmi Efendi, İsmail Necati Efendi, Ömer Ziyâüddin Efendi ve Mustafa Feyzi Efendi’ydi. Mustafa Feyzi Efendi’den sonra da Abdullah Hasip Yardımcı yerini almıştı.
Ömründe dört defa hacca giden Hacı Hasip Efendi, uzunca boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü, çok yumuşak tavırlı bir kimseydi. Orta öğrenimini Serez Rüşdiyesi’nde tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek eğitimini Çarşamba’da Mahmud Ağa Medresesi’nde sürdürdü. Burada on sene kaldıktan sonra 1893 yılında Tokatlı Hacı Şakir Efendi’den müderrislik icazeti aldı. Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî bu icazet merasiminde hazır bulundu. Bu arada Sandıklılı Hasan Hamdi Efendi’ye intisap etti.
Meslek-i dîniyenin seçkinleri arasında yer almasına ve birinci derecede ehliyet sahibi olmasına rağmen, şöhretten endişe duyup kaçındığı için mensubu bulunduğu mesleğin en mütevazı bölümü olan imamlık hizmetini tercih etti.

Serez’e dönüp daha önce babasının imamlık yaptığı Cami-i Atik’te görev aldı. Orada Buhârî dersleri okuttu, pek çok talebe ve hafız yetiştirdi.
1924 senesinde tekrar İstanbul’a dönerek Eyüp Sultan semtine yerleşti. Bu arada Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Mehmed Zahid Kotku Efendi ile tanıştı. Daha sonra onların feyiz aldıkları mürşidleri Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’ye intisap ederek derslerine devam etmeye başladı.
Hasip Efendi, Mustafa Feyzi Efendi’nin derslerini takip etmek için Eyüp semtindeki evinden, İstanbul Valiliği’nin hemen yanı başında bulunan Fatma Sultan Camii’ne kadar her sabah yaya olarak geliyordu. Bir müddet sonra aynı camide vazife alıp caminin meşrutasına yerleşti. Fatma Sultan Camii’ndeki bu vazifesinin ardından Şehzadebaşı Damat İbrahim Paşa Camii’nde imam-hatiplik yaptı. Bu arada Mahmutpaşa semtinde bir ev alarak oraya taşındı.
Çarşamba günleri öğle namazından sonra Bayezid Camii’nde Râmûzü’l-Ehâdîs sohbetleri yapmaya başladı. Kendi mahallî şivesiyle yaptıkları konuşmalar dinleyiciler üzerinde derin tesirler uyandırmış, kendini sevdirmişti.
Çarşamba derslerinin müdavimlerinden olan Erbakan da Hasip Efendi’yi çok sevdi ve ona bağlılığı arttı, henüz 18 yaşındayken onun dergâhına intisap etti. Hasip Efendi, genç Necmettin Erbakan’ı seviyor, büyük bir ilgi gösteriyordu. Bu kadar zeki, okulun en çalışkanı bir gencin dindarlığı Hacı Hasip Efendi’yi çok memnun etmişti.
Necmettin Erbakan, gerçekten de son derece başarılı ve çalışkan bir öğrenciydi. İstanbul Erkek Lisesi’nde orta tahsiline bir ay gecikmeli başlamasına rağmen derslerde gerçekleşen müzakerelerden dolayı hocaları hemen ilk günlerden itibaren “sınıfın en çalışkanı” unvanını takmışlardı. Hatta ortaokulun ikinci sınıfında diş tabibi olan Tabiat Bilgisi ve Fizik hocası çok meşgul olduğu ve giremediği dersleri Erbakan’a hazırlattırıp anlattırıyordu. Lise birinci sınıfta “Sıfırcı Avni” olarak bilinen Fizik hocasından, ilk defa 10 alan öğrenciydi.
Orta ve lisede bütün sınıfları iftiharla geçen Erbakan, İstanbul Erkek Lisesi’ni 1943 yılında birincilikle bitirmişti. O tarihlerde lise birincileri üniversitelere sınavsız alınmasına rağmen, Erbakan bu imtiyazı kabul etmeyerek girdiği imtihanda iki bin kişi arasından ilk 10’a girmeyi başardı ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ikinci sınıfından yüksek öğrenimine başladı.
O yüzden kendisinden iki yaş büyük olanlarla aynı sınıfta öğrenim görüyordu. Bu arkadaşlarından biri ileride Adalet Partisi’nin lideri, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olacak olan Süleyman Demirel’di. Ondan bir yıl sonra başladığı üniversiteyi ondan önce yüksek bir dereceyle bitirdi.
Hasip Efendi ve daha sonra yerine geçecek Abdülaziz Efendi, üniversite öğrencilerine “Üniversitede kalın, hoca olun” tavsiyesinde bulunuyorlardı. Dergâha devam eden çok sayıda kişi bu tavsiyelere uyup üniversitelerde hoca oldular, profesör oldular. Özellikle Necmettin Erbakan’ın üzerine titriyorlar, üniversitede en çok onun kalmasını istiyorlardı. O da bu tavsiyelere uyup mezuniyetinden sonra asistanlık sınavına girerek kazandı ve İTÜ Motorlar Kürsüsü’nde asistanlığa başladı. Zaten üniversite hocaları da okulda başarılı bir öğrenci olduğu için asistan olmasını teşvik ediyorlardı.

Hasip Efendi, 1949 yılında vefat edince yerine Abdülaziz Bekkine Efendi geçti. İstanbul’un Mercan semtinde doğan Abdülaziz Efendi, Kazan’dan göç ederek İstanbul’a yerleşen tüccar Hâlis Efendi’nin on altı çocuğundan biriydi. Beyazıt Kaptanpaşa Camii imamı Halil Efendi’den Arapça ve din dersleri okuduktan sonra Dârüttedrîs Mektebi’ne girerek buradan mezun oldu. On beş yaşındayken ailesiyle birlikte Kazan’a gitti. Öğrenimine bir süre Kazan’da devam etti. Daha sonra Buhara’ya geçerek devrin tanınmış âlimlerinden dinî ilimleri okudu. Babası vefat edince tekrar Kazan’a döndü. 1917 Sovyet Devrimi’nin ardından on altı kardeşiyle birlikte İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. Bir süre Bakü’de kaldıktan sonra 1921’de İstanbul’a geldi. Geçimini sağlamak için kardeşleriyle birlikte bakkal dükkânı işletti. Daha sonra, bugün Vakıf Hat Sanatları Müzesi olan Beyazıt Medresesi’ne devam etti. Bu yıllarda medrese arkadaşı Mehmet Zahid (Kotku) ile birlikte meşhur Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî’nin halifelerinden Tekirdağlı Şeyh Mustafa Feyzi Efendi’ye intisap etti. Kendisinden icazet ve Gümüşhanevî’nin Râmûzü’l-Ehâdîs adlı eserini okutma izni aldı (1922). Şeyhinin vefatından sonra uzun yıllar Serezli Hasip (Yardımcı) Efendi’den istifade etti.
Abdülaziz Efendi, irşad izni aldıktan sonra imamlık görevine başladı. Beykoz ve Aksaray’da iki camide bir süre imamlık yaptı. Bu göreve daha sonra Yazıcı Baba ve Kefevî camilerinde devam etti. Soyadı Kanunu çıkınca Bekkine soyadını aldı. Vazifesi 1939’da Zeyrek’teki Çivizâde Ümmü Gülsüm Camii’ne nakledildi. Bu camide on üç yıl hizmet yaptı.

Abdülaziz Bekkine Efendi’nin görev yaptığı Zeyrek Ümmü Gülsüm Camii aynı zamanda dergâhtı ve Necmettin Erbakan, Nurettin Topçu gibi isimler artık o camiye devam ediyordu. Mehmed Zahid Kotku Efendi ile o dönemde tanıştılar ve aynı anda Abdülaziz Efendi’nin hadis derslerine devam ettiler. Necmettin Erbakan hem Hasip Efendi’nin hem Abdülaziz Efendi’nin sohbetlerinden çok etkilendi ve bu dergâhtan ilişiğini kesmedi.
Hatta Abdülaziz Efendiyle aralarında öyle bir muhabbet oluştu ki, Erbakan her gün onu görmeye gidiyor, sohbetlerine katılıyordu. Bazı günler akşam gider, sabah namazını kıldıktan sonra dönerdi. Dahası, Abdülaziz Efendi ile birlikte zaman zaman Beykoz sırtlarında bulunan Hz. Yuşa’nın makamına giderek sabaha kadar ibadet ve sohbet ederlerdi. Abdülaziz Bekkine Efendi, genç Erbakan’a herkesten fazla önem veriyordu.
İTÜ Makine Fakültesi’nden üstün başarı ile mezun olur olmaz Makine Fakültesi Motorlar Kürsüsü’nde asistan olarak göreve başlayan Erbakan, 1948-1951 yılları arasındaki asistanlık döneminde doktora tezi karşılığındaki yeterlilik teziyle dikkatleri üzerine çekti.
Çok zeki, çalışkan ve sevilen birisi olduğu için, sınıflarda ders vermek sadece doçent ve profesörlerin yetkisinde olmasına rağmen, asistan olduğu hâlde ders anlatmasına ve hocalık yapmasına özel izin çıkartıldı. Yeterlilik tezindeki yüksek başarısından dolayı üniversite tarafından 1951 yılında Aachen Teknik Üniversitesi’nde ilmî araştırmalar yapmak üzere Almanya’ya gönderilme kararı alındı.
Necmettin Erbakan, hocası Abdülaziz Bekkine’den müsaade alana kadar bekledi, müsaade çıkınca Almanya’ya gitti. Giderken, Abdülaziz Efendi Karaköy rıhtımına kadar gelerek kendisini ağlayarak uğurladı.
Almanya’ya giden Erbakan, Alman ordusu için teknolojik araştırma yapan DVL Araştırma Merkezi’nde Profesör Schmit ile birlikte çok başarılı çalışmalar gerçekleştirdi. Aachen Teknik Üniversitesi’nde çalıştığı 1,5 yıl süre içerisinde, bir tanesi doktora tezi olmak üzere 3 tez hazırladıktan sonra, Alman üniversitelerinde geçerli olan ve çok zor kazanılan “doktor” unvanını aldı.
Tezin önemli dergilerde yayımlanması üzerine, o tarihte Almanya’nın en büyük motor fabrikası olan DEUTZ firmasının genel müdürü Prof. Dr. Flats tarafından leopar tanklarının motorları ile ilgili araştırmalar yapmak üzere fabrikaya davet edildi. Bunun yanında, Alman Ekonomi Bakanlığı, RUHR sahasındaki fabrikalar üzerinde araştırma yapmak amacıyla görevlendirdiği ekipte özellikle Erbakan’ın da yer almasını istemesi üzerine 15 gün süreyle RUHR sahasındaki bütün ağır sanayi fabrikalarını gezip, bunları inceleme fırsatını yakaladı.
“Gezi tam beş gün sürdü. Bu geziyle meşhur Alman sanayi havzası Ruhr havzasını taradık. Ancak böyle bir seyahatten sonra insan bir sanayi memleketi ne demektir, bir sanayi havzası ne demektir, anlıyor. Akşamüzerleri dolaşırken ufuklarda böyle çelik ve demir fabrikalarının kızıllıklarının ardı arkası gelmiyor. Bu vesileyle meşhur Krupp, Demag, Wagner, Fredrich, Wilhelm Hütte, Böhler, Guemverk-Wonheim, Bayer Schaurte, Siemens-Schurkert ve Ford fabrikalarını gezdik. Ayrıca yine bu vesileyle Köln, Duesseldorf, Dortmund, Neura, Essen, Duisburg ve Mülheim gibi büyük sanayi şehirlerini görmüş olduk.
Bunların arasında gayet enteresan bir fabrika Wagner fabrikasıydı. Zira bu fabrika eskiden harp esnasında ağır tankların imalatı için çalışıyormuş. Harpten sonra İngilizler bütün makinelerini söküp götürmüşler. Ve mütareke hükümlerine göre çalışması yasak edilmiş. Böyleyken fabrika başka bir isim altında işe başlamış. Hiçbir banka kredi açmazken çok ufak bir parayla hariçten birkaç küçük tezgâh alarak 1950 Mart’ında enkazı temizlemeye başlayarak işe başlamışlar. Son aradaki 1,5 – 2 sene içerisinde fabrika bugün tekrar dünyanın en büyük tezgâhlarını yapıyor. Torna, freze tezgâhları…
Wagner fabrikasını görünce insan inanamıyor ki; parasız pulsuz 1,5 – 2 senede dünyanın en büyük fabrikaları nasıl kurulur. Burada adım başına bir fabrika.
Bir defa koca koca nehirler eski tabiî yatağından akmıyorlar. O birazını almış, öbürü birazını almış. Aman suyundan bir damla kaybolmasın diye birçok yerlerde nehre çift betonlu hususî yataklar yapmışlar. Onların üzerinden akıtıyorlar. Adeta ‘Allah’ın verdiği nehir nimetini, avuç üzerinde el üzerinde tutmak suretiyle nimete şükür diye buna denir’ diyesim geliyor.”
Türkiye’ye dönmeye ve ülkesi için çalışmaya karar verdi. Bu arada 2 Kasım 1952 yılında Abdülaziz Bekkine vefat etmiş ama vefatını, o zaman Almanya’da olan Erbakan’a bildirmemişlerdi. Almanya dönüşünde kendisini karşılayanlar arasında Mehmed Zahid Kotku vardı. Gelir gelmez Abdülaziz Efendi’yi sordu. Kimseden cevap çıkmayınca vefat ettiğini anladı. Sonraları bu durumu yakın çevresine şöyle anlatacaktı:
“Almanya’ya giderken ben geminin güvertesinden el sallıyordum, Abdülaziz Bekkine hocamız da rıhtımdan mendiliyle el sallıyordu. Ağlıyordu. Çünkü mübarek hocamız beni bir daha dünya gözüyle göremeyeceğini biliyordu. Birbirimizi son görüşümüz işte o an oldu.”
Tekrar Almanya’ya gittiğinde, Alman üniversitelerinde en genç doktorasını yapan ilk Türk bilim adamı olan Erbakan, 1953 yılında doçentlik imtihanını vermek üzere İstanbul’a döndü. İmtihan sonucunda 27 yaşında Türkiye’nin en genç doçenti olma başarısını da gösteren Erbakan, araştırmalar yapmak üzere Almanya’nın DEUTZ fabrikalarına çağrıldı. Burada altı ay süreyle “motor araştırmaları başmühendisi” olarak, Alman ordusu için yapılan araştırmalarda yer aldı.
Erbakan, Abdülaziz Efendi’nin 1952 yılında vefatından sonra yerine geçen Mehmed Zahid Kotku Efendi’ye bağlılığını sürdürdü. 1897’de Bursa’da doğan Mehmet Zahid Kotku, anne ve babasını kaybettiğinde 3-4 yaşlarındaydı. İlk ve ortaöğretimini Bursa’da tamamladıktan sonra I. Dünya Savaşı sebebiyle 18 yaşında askere çağrıldı, Suriye Cephesi’nde uzun yıllar askerlik yaptı. Askerden döndükten sonra İstanbul’da dinî toplantılara katılmaya başladı. Gümüşhanevî Dergâhı’nda Ömer Ziyâüddin ed-Dağıstânî’nin öğrencisi oldu. Çeşitli yerlerde imamlık ve hatiplik yaptı. Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasından sonra Bursa’ya döndü ve 1952 yılına kadar orada kaldı.
İstanbul’a döndükten sonra Zeyrek’teki Ümmü Gülsüm Camii’nde imamlık görevinde bulundu. Bir süre sonra aynı camiye Cevat Akşit Hoca da müezzin olarak tayin edildi. Birlikte görev yaptıkları süre içinde Cevat Akşit Hoca’ya dinî eğitimler verdi. O yıllarda Türkiye’nin en genç doçenti olarak nam salan Necmettin Erbakan, Zeyrek’teki caminin müdavimlerindendi.
Cevat Akşit Hoca, o günleri şöyle anlatıyor:
“Mehmet Zahid Kotku Efendi, İskenderpaşa’dan önce Zeyrek’te görevliyken Necmettin Erbakan Hoca aşağı yukarı her gün akşamları gelir, sohbete katılırdı. O sohbetlere hep üniversite mezunu, hâkim, komutan öyle adamlar gelirdi. Erbakan o zaman Teknik Üniversite’de doçent olarak hocalık yapıyordu.
Mehmet Zahid Kotku Efendi Hazretleri’nin evinin tabanında o zamanlar halı malı yoktu, tahtalar da zamanla kavrulup kıvrılmış, çukurlaşmış, çivilerin de basıla basıla başları çıkmış yukarıya. Üstüne oturamazsınız. Şimdi benim hatırımda kalan Erbakan Hoca, hiç unutmuyorum, bazen ev dolu olur, tam kapının eşiğinde yer bulurdu. Tahta böyle çukur, çiviler de başları çıkık ve yukarıda olduğu hâlde, iki saat hiç kıpırdamadan oturduğunu, dizlerinin üzerinde o çivinin üzerinde hiç de ayak değiştirmeden durduğunu hatırlıyorum. Nasıl sabır ve tahammül ederdi, hâlâ hayret ederim. Pek söze karışmaz, edeple sohbeti dinler, birisi kendisine bir şey sorarsa kısa kısa cevaplar verirdi.”
Mehmed Zahid Kotku Efendi, büyükle büyük, çocukla çocuk olan sevimli birisiydi. Uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, daima tebessümlü ve etrafındakileri cezbeden bir kimseydi.
Cemaati, başka cemaatlerden farklı olarak kültürlü, okumuş insanlardan oluşuyordu. Namazdan sonra yaptığı sohbetlerde, “Evlatlarım, köşe başları bizden olmayanların elindedir, çalışın köşe başlarını tutun” tavsiyesinde bulunuyordu.
Mehmet Zahid Kotku, kendi kültürümüze sahip olmak ve Batı’nın pazarı olmaktan kurtulmak için temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak bir sanayileşmenin, ekonomik ve siyasî bağımsızlığın elde edilmesinde önemli bir güç olduğuna inanıyor ve Türkiye’nin tarım ülkesi olarak görüldüğü ve öylece kabullenildiği yıllarda; ekonomik yönden, özellikle de savunma ve ağır sanayide dışarıya bağımlı olmamak için sanayileşmek gerektiğini dile getiriyordu.

Mehmet Zahid Kotku, Müslümanların “kalkınma” için birleşmeyi bir ibadet gibi algılamalarını istiyor ve sürekli sohbetlerinde bu durumu ifade ediyordu.
1956 yılında bir hutbede; “Evde elime toplu iğne kutusu aldım, baktım yabancı malı, daha bir iğne yapamayacak mıyız?” diye dert yanmıştı.
Erbakan çok süratli otomobil kullanırmış, araba süratli gittiği için çukura girer, pat küt hiç aldırmazmış. Mehmet Zahid Kotku Efendi ona demiş ki, “Yahu niye gâvurcuklara para veriyoruz? Niye kamyonumuzu, otomobilimizi biz yapmıyoruz?”
Türkiye’nin Avrupa’ya motor sipariş etmesi Erbakan’ı da çok üzüyordu. Almanya’da olduğu zaman bu durumdan utanıp sıkılmıştı. “Bir Türk mühendisi Alman ordusuna ağır tank motoru yapıyor, şu basit motorlar Türkiye’de yapılamazmış gibi Avrupa’ya sipariş veriliyor” diyordu.
Mehmet Zahid Kotku’nun teşvikiyle, Gümüşhanevi Dergâhı’nın adından esinlenerek Gümüş Motor adıyla fabrika kurulması fikri ortaya atıldı. Mehmet Zahid Kotku Efendi de dahil 200 ortaklı “Gümüş Motor A.Ş.” 1956’da kurulup temeli atıldı.
Mehmet Zahid Kotku Efendi’nin manevi öncülüğünde kurulan bu fabrika, aynı zamanda Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren kendilerine iktisadi-sosyal olarak bir yaşam alanı açmaya çalışan inançlı insanların ilk ciddi girişimlerinden biri olmuştu.
1 Ekim 1958’de Fatih İskenderpaşa Camii’ne tayin edilen Mehmet Zahid Kotku, oldukça virane camiyi cemaatiyle birlikte temizledi, çeşitli tadilatlar yaptı. Bu camide yaptığı sohbetler gelenlerin sayısını artırdı ve kısa zamanda İskenderpaşa cemaati olarak anılmaya başlandı. Doktorlar, mühendisler, siyasetçiler, subaylar, hâkimler, yazarlar, akademisyenler gibi meslek sahiplerinin de mensup olduğu cemaat gün geçtikçe gelişti ve bazı mensupları bürokraside, siyasette, sağlıkta önemli makamlara sahip oldu.
Gümüş Motor A.Ş., bir ihtiyacı karşılamış, devletin kurumlarına da ürün vermeye başlamıştı. Ancak daha sonra 1960 ihtilali, AP’nin iktidara gelmesi, yabancı sermayenin baskı uygulaması gibi gelişmeler, bu girişimi baltalamıştı. Daha sonra Odalar Birliği Başkanlığı yapan Erbakan’ın Demirel tarafından polis zoruyla indirilmesi, muhafazakârların AP tarafından dışlanması gibi olaylardan sonra dindarların siyasete atılması fikri ortaya çıktı. Yaşanan olaylar Erbakan’ı popüler bir isim yapmıştı, dindar çevreler onun siyasete girmesini, parti kurmasını istiyordu. Erbakan, Mehmet Zahid Kotku’dan izin alınmadan böyle bir işe giremeyeceğini, kendisinin şeyhinden izin istemesinin ise tarikat adabına uymayacağını söylüyordu. Bunun üzerine aracılar Mehmet Zahid Kotku’ya başvurdu. Kotku, “Necmettin’i feda ettik” diyerek izin verdi. Erbakan, şeyhinin izin vermesiyle siyasete girip önce MNP, sonra MSP’yi kurdu.

12 Eylül darbesinden sonra Erbakan, diğer parti liderleri gibi hapse atıldı, partisi MSP kapatıldı. Mehmet Zahid Kotku Efendi, hapisteki Erbakan’a ve arkadaşlarına birer takke hediye etmişti. Bu hediyelerin Erbakan ve arkadaşları için manası büyüktü. Bu takkeleri namaz esnasında başlarına taktıklarında kendilerini İskenderpaşa Camii’nde şeyhleri Mehmet Zahid Kotku’nun sohbetinde hissediyorlardı.
Mehmet Zahid Kotku o günlerde hastaydı. Hastalığı Erbakan ve arkadaşları tarafından biliniyordu. Nitekim 13 Kasım 1980 günü ulaşan acı haberle Mehmet Zahid Kotku’nun vefat ettiğini öğrenmişlerdi. Bu acı haber, tutukluluk zorluğuna eklenince tutukevindeki tüm MSP’lileri yasa boğdu. Herkesin gözlerinden sessizce yaşlar akıyordu.
Erbakan ve Fehim Adak ise, hıçkırıklarını tutamıyorlardı. Fehim Adak o kadar kendini kaybetmişti ki, Erbakan Hoca’nın cenaze törenine katılması için yetkililerden izin almayı bile düşündü. Ama yapacak bir şey yoktu.
Erbakan ve arkadaşları çok sevdikleri hocalarının cenaze namazındaki o ihtişamı göremediler ama hayal ve dualarla yaşamaya çalıştılar. Erbakan, tutuklu olmanın verdiği acılardan daha ağırını, çok sevdiği şeyhinin cenazesine katılamadığı için hıçkırıklarla ağlayarak yaşadı.
Medyascope