Naylondan diplomalar zamanı

Sahte diploma ve e-imza sahteciliği skandalı gerçekte oto yıkamacısı olan bir “üçkağıtçının” sahte psikolog diplomasıyla insanları kandırması üzerinden tartışılıyor. Suçluların en “garibanlarından” biri odağa alınarak, çete reisleri dikkatlerden kaçırılıyor.
Sahte psikolog haberi, her üniversite sınavı sonrası anaakım medyanın köpürttüğü “dağdaki çoban, hiç dersaneye gitmeden Boğaziçi’ni, ODTÜ’yü kazandı” haberleriyle benzer işlevi görüyor. Yoksul ama zeki çobanımız, bakın gördünüz mü çalışınca oluyor mesajını yayarak eğitim sistemindeki eşitsizliği gözden kaçırır, yüzbinlerce yoksul öğrencinin sınav başarısızlığının üstünü örter. Oto yıkamacı psikolog da “büyük sahtekarların” soruşturulmasının önünü kesip, skandalı bir kaç üçkağıtçının basit suçu düzeyine indirir, sistemin sorgulanmamasını sağlamaya çalışır.
Sorun sahte ehliyet, lisans diploması, tapu, başkasının imzasıyla kredi çekme, şirket kurma vs. dolandırıcılıkların çok daha ötesinde. E-imza sahteciliği ile ilgili dava dosyasını inceleyenler de çoğu suçun klasik dolandırıcılık yöntemlerinin teknolojik olanaklardan yararlanılarak yapılması olduğunu görüyorlar. Bu hal, sahtecilik suçunun ağırlığını ve tehlikelerini azaltmıyor. Oturduğunuz tapulu evinizin sizin “sahte e imzanızla” satılmasının ve tapu kayıtlarına göre de bu satışı sizin yaptığınızın kayıtlı olmasının basit bir suç olmadığı ortada. Bu tip dolandırıcılıkların teknolojinin yardımıyla yaygınlaşması ve binlerce mağdura yol açması da basit bir durum değil elbet.
Günümüzdeki sahtecilikleri, geçmişteki klasik sahteciliklerden ayıran asıl fark başka bir alanda. Sahteciliği yapanın elde ettiği sahte belge, diploma, yetki vb. her ne güçse onun sahte değil de gerçek olduğuna kendisinin de inanması. Demem o ki, elde ettiği belgeye “büyüsel bir güç” atfederek, madem artık diplomam var, o halde biliyorum ve yapabilirim diye kendisinin de inanması.
Kendi disiplinimden bir örnek vererek açıklamaya çalışacağım. Öğrenciliğimden başlatırsam, 44 yıldır tıp fakültesinde çalışıyorum. Bu yarım yüzyıla yaklaşan dönem boyunca üniversite ortamında hak etmeden alınmış diploma, unvan vs sahibi olan insanlarla hemen her zaman karşılaşmışızdır. Bu insanlar hep vardılar ama neredeyse net bir tarih verebilecek kesinlikte iki farklı dönemde özellikleri farklıydı. Bir çok meslektaşımın da bana katılacağını düşündüğüm bu net tarih, 2010-11 öncesi ve sonrası.
İLK DEPREME KADAR DAYANIRTıp, uygulamalı bir disiplin, kanlı canlı insana müdahale edilir. İlaç verilir, ameliyat yapılır vs. Sosyal bilimci arkadaşlar kızmasın ama yanlış yapılan bir sosyolojik analizin neden olabileceği sonuçlarla karşılaştırılamaz. Tıp disiplininde yanlış yaparsanız öldürürsünüz! Kolonları yanlış yerleştirilmiş bir bina yine de yıllarca ya da ilk depreme kadar ayakta kalabilir. Tıpta ise, bir saate kalmaz öldürebilirsiniz.
İki binlerin ortalarına kadar da öyle ya da böyle doktor olmuş, şu ya da bu şekilde ihtisas yapmış, ardından da kurduğu çoğu zaman siyasi, kimi zaman memleketlilik, bazen de hoca şakşakçılığı ile hak etmeden doçent, profesör olmuş insanlar olurdu. Fakülte içinde, misal cerrahi profesörü olarak kasım kasım kasılarak gezerler, çoğu zaman asistanlarına hazırlattıkları dersleri anlatır, punduna getirip idari bir görev kapmaya bakarlardı. En uyanıkları memleketten gelen tüm hastaların hastanedeki işlerini kovalayıp, siyasi rant devşirip, milletvekili olmaya çalışırlardı. Bu “hocalar” bütün bu “işleri” yaparlar ama “hastaya ellerini sürmezlerdi”. Hadlerini bilirlerdi!
DAHA DONAMSIZ DAHA BİLGİSİZSon on beş yıldır, benzeri “hocalar” hasta tedavi edebileceklerine kendileri de inanıyorlar! Bu insanlar için tıp fakültesinin 6 yıllık eğitimi, doktor olmayı öğrenmek analıma gelmiyor. Tıpta Uzmanlık Sınavına girebilmek için sınava hazırlanmakla geçen bir süre. Çoğu tıp öğrencisi son iki yıl TUS dersanesine yazılıyor ve sadece sınava hazırlanıyor ya da elde ettiği çalınmış sınav sorularının cevaplarını ezberlemeye. TUS’u kazanıp uzmanlık eğitimine girince de bu kez uzmanlık eğitimi (ihtisas), uzmanlık belgesinin alınması için sabırla beklenmesi gereken 4-5 yıldan öte bir anlam taşımıyor. Uzmanlık tezi bir özel merkeze yazdırılıyor. Ardından mecburi hizmette bu kez parayla araştırma basan “sahte bilimsel” dergilerde doçentlik başvurusu için gereken makaleler yayınlatılıyor. Sahte bilimsel dergi derken kastım kağıt üstünde her şeyi gerçek olan ama aslında “bilimsel hiçbir değeri olmayan” dergiler. Mecburi hizmet bittikten sonra, eğer AKP-MHP bloğundan bir referans getirebiliyorlarsa direkt öğretim üyesi kadrosuna atanıyorlar. Doçentlik sınavı tamamen kağıt üzerinde yapılıyor. Gerekli ölçütler kağıt üzerinde karşılanmışsa da doçent olunuveriliyor.
Asıl sorunlardan can alıcı olan burada başlıyor. Bu şekilde doçent olanlar kendileri de kendilerinin artık doçent düzeyinde yetkin olduklarına inanıyor ve hasta tedavi etmeye, ders vermeye, asistan yetiştirmeye başlıyorlar! Kısa vadede can alıcı olan hakikaten can alabilmeleri, uzun vadede ise her sonra gelen kuşağın bir öncekinden daha niteliksiz, daha donanımsız, daha bilgisiz olması.
Tıp için böyle de, iktisat için farklı mı? Bir üniversitenin “yalakalık” olsun diye verdiği fahri ekonomi profesörü unvanını alan da kendisinin ekonomide profesör yetkinliğinde olduğuna inanıyor. Mimar bina tasarlıyor, makine mühendisi makine yapıyor, jeoloji mühendisi sondaj yapıyor, matematik öğretmeni matematik öğretiyor.
Sevgili Turgut Uyar’ın olağanüstü dizelerini günümüze uyarlamamız gerekiyor; aslında korkulacak çok şey var, çünkü her şey naylondan…
BirGün